2015 Haziran ayı Avrupa turumuzda Almanya‘ya yakın bölgeleri gezmeye devam ediyoruz. Bu sefer hedefimizde Hollanda‘nın başkenti, özgürlükler şehri Amsterdam ve sonrasında Mimarinin başkenti Rotterdam var.
İçerikler
Özgürlükler Şehri Amsterdam
Hollanda’nın başkenti olan Amsterdam‘dan bahsetmek gerekirse, çevresiyle birlikte 2 milyondan fazla nüfusu sahip, Hollanda’nın finans, kültür, sanat, turizm merkezidir. Şehirde yer alan 1500’den fazla köprü nedeniyle Kuzey’in Venedik‘i olarak da adlandırılır. Kanalları, müzeleri, laleleri, peynirleri, bisikletleri, bisiklet yolları, çikolataları, takunyaları, parkları, Coffeeshops‘ları ile ünlüdür. Schengen Vizesi ile gidilebilen Amsterdam‘da her gün Türkiye‘den direk uçuşlar mevcuttur. Flemenkçe, İngilizce ve Almanca Amsterdam genelinde konuşulmaktadır. Amsterdam‘da ilk dikkatimizi çeken, herkesin gayet rahat olmasıydı, herkes kendi halinde, şehir muhteşem bir atmosfere sahip.
Hava hafiften kararmıştı, biz Amsterdam sokaklarında dolaşmaya başladık. Uğur daha önce buraya geldiğinden, burada restoranda çalışan bir Türk ile tanışmıştı Erhan abi, onun çalıştığı restoranın önünden doğru geçerken kapalı olduğunu anladık, ama içeride çalışan birileri vardı. Kapıyı çaldık, içeri girdik kendisi içerideydi, bizi buyur etti ve çok sevindi. O hesap kitap içine bakarken, orada birlikte oldukları yabancı uyruklu diğer çalışan arkadaşlar da restoranı temizliyorlardı. Rahatsız etmek istemedik, Bir iki kelam ettik birlikte, bir şeyler içtik ve karnımızı doyurduk, sonrasında Amsterdam‘ı keşfetmeye başladık.
Amsterdam Coffeeshops
Coffeeshops’lar hakkında bilgi vermek gerekirse, Amsterdam’da yaklaşık 200’den fazla Coffeeshops varmış ve bunlarda hafif maddelerin yasal olarak satışının yapıldığı yerler. 18 yaşının altındaki kişilerin buraya girmesi ve alışveriş yapması yasakmış. Biz 420 Cafe diye bir Coffeeshops deneme amaçlı oturduk. Erhan abi ile sohbet muhabbet derken, çok duygusal anlar yaşanıyordu masada, birileri gülerken, birileri ağlayabiliyordu, birileri dertlenirken birileri neşelenebiliyordu. Çakmağını hala saklarım, bu bölümü çok uzatmayalım, sadece şunu söyleyebilirim, güzel ve nezih bir mekandı.
Red Light District
Amsterdam‘a gelip de Red Light District gezilmeden olur mu? Olmaz tabi ki, artık burası bile turizm merkezi olmuş, saat 19:00’dan sonra burası çok kalabalık oluyor, kısaca buraya fuhuşun resmileşmiş turist çeken hali diyebiliriz. Büyük bir alan, kırmızı lambalar eşliğinde sokak sokak geziliyor, 2 katlı minik evlerin ışıkları bir yanıyor bir sönüyor, perdeleri bir açılıyor, bir kapanıyor ve hayat Red Light District‘de işte böyle akıp gidiyor.
Kanallar Şehri Amsterdam
Amsterdam‘da 1500’den fazla köprü olduğundan bahsetmiştim, çok fazla kanal var bu şehirde, kanalların ışıklandırılması bile muhteşem.
Şu fotoğrafları çektikten sonra, artık bir fotoğraf makinesi alma zamanı geldi sanırım, fotoğrafların netliğinden maalesef, tam olarak Amsterdam‘ın güzelliklerini aktaramıyorum.
Amsterdam‘da patates ünlüdür, söylemesi ayıp Patat denilen patates kızartması aldık yolda ilerliyoruz, eşim Fulya ikram ediyor bizlere, “ister misiniz” diye hayır diyoruz, Uğur, “abla tutayım mi patatesi” diyor. Eşim “yok hayır ben tutarım” diyor, Uğur yine, “tutayım mı abla” diyor, Eşim, “yok hayır Uğurcuğum ben tutarım” diyor. Uğur, “abla ver tutayım” diyor ve eşimin elinden patatesi alıyor, gülüyoruz, eğleniyoruz, bu Amsterdam nelere kadir diyoruz.
Sonrasında eşim Fulya, bisiklet yoluna adımını yanlışlıkla atıyor, sonuçta Amsterdam‘da bisiklet trafiği çok fazla istemsizce kolundan tutuyorum ve Fulyaaaaaa diye bağırıyorum, refleksten midir, yorgunluktan mıdır, başka bir şeyden midir bilmiyorum ama bu Amsterdam çok farklılıklar yaşatıyor insana :)
Yorgunduk, 3 ülke sınırından geçip gelmiştik Amsterdam‘a, otele dönelim dedik, Erhan abi, bize taksi(korsan) ile göndermek istedi ben otobüsle daha rahat gidebileceğimizi söyledim, nasıl olsa biletimizi günlük olarak almıştık, bir otobüse bindik, bir yerde indik, sonra olmadı taksiye bindik ve sonunda soluğu otelimiz Park Plaza Amsterdam Airport’da aldık. Yorgunduk, uyuyakaldık…
Amsterdam’da 2. Gün
Güne hafif sisli uyandık, dün akşam tam olarak keşfedemediğimiz Amsterdam‘ı bugün daha bir güzel keşfedecektik. Artık alıştık Amsterdam‘a nereden, nasıl gideceğimizi gayet iyi biliyorduk. 1 nolu tramvayın kalktığı yere doğru yürüdük. Tramvaya binerek merkeze geldik. Öncelik hedefimiz kahvaltıydı, bir çok kahvaltı mekanı aramamızın ardından Simit Sarayı‘nı burada bulduk, sevinçliydik :), farklı bir kahvaltı da yapabilirdik fakat biz burada simit, poğaça, börek ile kahvaltımızın yaptıktan sonra, İlk hedefimiz Dam Meydanı idi. Amsterdam‘ın en merkezi meydanı.
Amsterdam‘da gezilecek yerler olarak başlığımı vermeyeceğim, sadece nereleri gördüğümüzü anlatacağım, Dam Meydanı, Red Light District, Koninklijk Paleis, Nieuwe Kerk, Anne Frank Huis, Begijnhof, Rijksmuseum, Van Gogh Müzesi, Oude Kerk ve Amsterdam Museum, Heineken Müzesi en önemli yerleri diyebiliriz.
Dam Meydanı en merkezi yeri, her yere yakın, meydanın hemen karşısında 1940 yılında yapılmış National Monument bulunuyor, herkesin en uğrak yeri, dinlenme molaları genellikle burada veriliyor. Uğur’un daha sonra bir Amsterdam seyahatine gittiğinde kendisini bu meydanda canlı kameralar ile izlemişliğim de vardır.
Sokakları geziyoruz, ünlü bir peynirciden ufak bir miktar peynir alıyoruz, burada çok pahalı peynir çeşitleri var, tüm tatil paranızı bu peynircilerde bırakıp dükkan dışına çıkabilirsiniz. Dikkat etmek gerekiyor, önce fiyatını sorun sonra kaç gr. veya kg. alacaksanız söyleyin.
Amsterdam ayrıca, birası ile de ünlüdür. Bizim yolumuz bu sefer Heineken Experience, yani Heineken birasının fabrikasının müze haline getirilmiş şekli. Buraya gittik, çok fazla sıra olduğu için içeri giremedik ama fotoğrafımızı çektirdik. Bunun dışında, daha önce bahsettiğim Patat adı verilen patates kızartması ise şehrin her yerinde bulabileceğiniz lezzetli bir atıştırmalıktır. İnsanlar Coffeeshops’lardan sonra buralara koşup patates alırlar bizim gibi.
Amsterdam‘ı yavaş yavaş bitiriyorduk, karanlık olmadan Hollanda’nın gezilecek başka bir şehrine Rotterdam‘a doğru yola çıkacaktık. Amsterdam‘ın huzuru, rahatlığı, insanları, havası, yapıları, özgürlüğü çok etkilemişti beni, yine en kısa sürede mutlaka ama mutlaka gideceğim yerler arasında kendisini yazdım bile.
Mimarinin Başkenti Rotterdam
Aklımız Amsterdam‘da kalmış olsa da yol bizi sürüklemeye başlamıştı. Önce tramvay ile otele gidip toplanacak, otelden aracımızı alarak Rotterdam‘a doğru yola çıkacaktık. Nitekim bu şekilde yaptık ve yola koyulduk. Amsterdam Rotterdam arası yaklaşık olarak 70 km ve 45-50 dakikalık bir sürede Rotterdam‘a varabiliyorsunuz.
Biz Köln’e devam edeceğimizden Rotterdam‘da çok fazla gezemeyeceğimizi, bu nedenle hızlı bir tur yapmamız gerektiğini biliyorduk. Öncelikle Panoramik bir şehir turu yaptık arabamızla.
Rotterdam hakkında kısa bilgiler vermek gerekirse, Amsterdam‘dan sonra 2. büyük Hollanda şehridir, yüzölçümü olarak Amsterdam‘dan büyüktür. Rotterdam bir liman şehridir, Avrupa’nın en büyük limanı burada bulunuyor, 1 milyona yakın kişi burada yaşamaktadır. Değişik mimari evleri, yel değirmenleri ile ünlüdür. İsmini Rotte Nehri‘nden almaktaymış.
Rotterdam 2. Dünya Savaşı’nda tamamen yerle bir olduğu için eski yapıları görmek çok mümkün değil, planlı bir yapılanmayla, yeni ve estetik mimari yapılar burada yükselmektedir.
Biz Rotterdam Centraal Station‘a yakın bir yere aracımızı park ettikten sonra, sokaklarda yürümeye başladık. Merkez istasyon değişik bir mimari yapıya sahipti. Hava biraz esiyordu, Pazar günü olması sebebiyle sokaklar çok fazla kalabalık değildir. Centraal Station içerisine girip biraz gezindik, hatta Rotterdam takımı Feyenoord‘un mağazasından bir kaç şey baktık.
Rotterdam sokaklarında dolaşırken hayatımda bugüne kadar tattığım en güzel Hamburger’i yedim. Bir Kiosk’ta bulunan Febo markalı otomattan aldığım Hamburger’i unutamıyorum. İstediğiniz ürünü gözle seçiyorsunuz, paranızı atıyorsunuz ve camı açıp otomattan sıcak sıcak ürününüzü alıyorsunuz.
Rotterdam‘da sokakları biraz dolaştıktan sonra, Ünlü Erasmus Köprüsü‘nden(Erasmusbrug) geçtik, değişik bir mimariye sahip yine burası, Old Harbour yani eski liman çevresinden geçtik, yel değirmenlerini çok fazla görmek istesek de maalesef zamanımızın kısıtlı olması sebebi ile gidemedik.
En ilginç gördüğümüz yerlerden bir diğer ise Kübik Evler, Markthall‘ın hemen karşısında yer alan Kübik Evler(Kijk-Kubus), içinde nasıl yaşıyorlar diye insanı düşündürüyor.
Ve artık Rotterdam maceramızın da sonuna yaklaşıyoruz, son bir panoramik şehir turu yaptıktan sonra, aracımızın navigasyonunu Köln‘e göre ayarlıyor ve yola çıkıyoruz.
Bekle bizi Köln geliyoruz.